Ana içeriğe atla

Küçük Kızın

 


Hızlı adımlarla ilerliyor, tuttuğu şemsiyenin sapını giderek daha çok sıkmaya başlıyordu; o kadar sıkmaya başladı ki elleri bembeyaz kesilmiş, avuçları acımaya başlamıştı. Ama çektiği acı elinin acısından ağırdı. 

Adımları giderek hızlanıyor, her an koşmaya başlayacakmış gibiydi. Onunla beraber yağmur da hızlanıyor sanki, onun hızını takip ediyor gibi damlalar hızla yere çarpıp dağılıyordu. 

Bir hayli gergindi. Çapraz taktığı çantanın kolunu avuçlarıyla kavrayıp tekrar bırakmasından gergin olduğunu anlamak mümkündü çünkü bunu tekrarlıyor ve tekrarladıkça kaskatı kesiliyordu. Yağmurun verdiği soğukluk mu yoksa gerginliği mi bilinmez ama titriyordu da. 

Kimsesiz sokakları bir bir geçiyor, karanlıkta bir kaybolup bir görünüyordu. Yüzünde çenesine doğru bir damla belirdi, bu gözyaşıydı, ağlıyordu. Yanaklarından akan yaşı elinin tersiyle siliyor ve yürümeye devam ediyordu. Biraz daha ilerledikten sonra nihayet bir evin kapısına ulaştı, durdu.


İçerisi kalabalıktı ama sessizdi. İçeriye girdi. Kapıyı açan esmer kadın onun ardında yürüyor, bir yandan 'vakti çok azaldı...' diyor. Genç kız üst kata çıktı, odaya girdi.


O an hıçkırarak ağlamaya başladı. Küçük bir çocuk gibiydi, babasına bakıp o haline görünce 'baba' diye inlemek istedi ama düğümlenen boğazından tek bir kelime çıkmadı.

Zayıf, bir deri bir kemik kalmış, ağzından zor nefes alan yaşlı adam ölümü bekliyordu. Genç kız babasının öleceğini biliyordu ama sanki hiç ölmeyecekmiş gibiydi onun için. Babası ölümsüzdü onun çocuk kalbi için.


Yaklaştı yatakta yatan babasına, elini tuttu. O el kuru toprak gibiydi. Göz yaşlarını tutmadı, bu an hisleri ağırdı... Ne yani bu eller şimdiden topraklaşmış mıydı? Daha topraya karışmayan bedeni şimdiden toprağa mı benzedi? Bir zamanlar dağ gibi olan bu beden şimdi bir avuç toprak mı olacaktı? 


Babasının baş ucunda duran halasına baktı, halası elinde ıslak bir bezle hasta babasının kurumuş dudaklarına hafif sürüyordu. Bu su bir tohumu, cansız topraktan filinlendirdiği gibi babasına da can verecek miydi? Nefes almakta zorlanan ve uyuyur görünen yaşlı adam ise halasının elini itiyordu. İstemiyordu suyla ıslatılmasını... O da öleceğini, o suyun onu canlardırmacağını biliyor olmalıydı... 


Saat ilerledikçe vakit daralıyordu. Doktorlar bugün yaşlı adamın öleceğini söylemişlerdi. Yaşlı adam evinde ölmek istemişti, evinde ölümü bekliyor, bekleniyordu ölüm sessizce. Babası da büyükbabası gibi evde ölmeyi tercih etmişti çünkü doğduğu evde ölmek onlar için huzurlu bir ölümdü. Ancak büyük babasını eve getirene kadar adamcağız yolda ruhunu teslim etmişti... 


Genç kız dayanamadı attı kendini dışarıya, nefesi kilitleniyor gibiydi. Yüzü ağlamaktan ıpıslaktı. Aklı kabullenmiyordu bu ölümü. Bir gün ölecekti babası elbet ama kabullenemiyor yinede. Ölüm insanoğlunun hemen kabul edemeyeceği bir gerçek. Hayattan sonsuz bir kopma, ayrılıktı ölüm. Bir daha ne zaman görecekti onu? Hiçbir zaman mı?


Küçükken yaşadığı bir anıyı hatırladı. 

Güneşli bir günde babasının kollarına atılarak, ona sarılıp öptükten sonra babası güler yüzle işine giderdi. Her gün tarlada çalışmaya gider babası. Bir gün babası erken gelmişti, yan odada acı inlemeleri geliyordu. Küçük kız kapıdan başını uzatıp baktı, babasının ayağının üst kısmı kan içindeydi. Büyük annesi iğne iplikle babasının ayağındaki deriyi dikiyordu. Küçük kız hayretle ve korkuyla bakıyordu. Orada onu gören halası onu hemen dışarıya çıkarmıştı. Küçük kız babası için ağladı. O anda da öleceğinden korkmuştu, ama babası dayanmıştı, o zaman babasının çok güçlü olduğuna karar verdi. Büyünce öğrenmişti, o gün babası tarlada çalışırken tırpan ayağına gelmişti ve derisini derin yarmıştı. O zamanlar köyde doktor yoktu, büyükannesi iğne iplik alıp dikti derisini... Korkunç bir olaydı ama babasının ayağı iyileşmişti. Babası tarla işlerine devam etti, çalışmasa kışın halleri ne olur? Kim yardım eli uzatabilirdi? Herkes yoksul, herkesin karnını zor doyurduğu bu zamanda... 

Küçük kız yine babasına bir şey olmasından çok korkmuştu. Bir gün evden çıkıp babasına bakmaya gitti. Kimseye haber vermedi çünkü tek başına gidilmesine izin verilmeyeceğini çok iyi biliyordu. Tepeden aşağı inerek tarlaya ulaşmaya çalıştı. Tarlanın nerede olduğunu bilmesi onun için büyük bir şanstı. Koca tepeden aşağı inerken babasını gördü, o heyecanla koşarken hızla, düşmeye başladı. Bacağını büyük bir taşa çarptırmıştı. Canı o kadar yanmıştı ki dayanamadı ağladı, o an 'Baba!' diye çığlık çığlığa ağlamıştı. Yere düştüğünü gören baba kızına doğru koştu.... Düşüncelerinin arasında içeriden çığlıkların geldiğini duydu. Yüreği koptu... Ne yani gitti mi? Sonsuza dek mi gitti? O an göz yaşlarının arasında tek bir cümle çığlıkla çıktı ağzından:

"Baba küçük kızın düştü, onu kaldır!" 

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

YOL

  İlk kez ödül alıyorum. Çok heyecanlıyım. Yıllarca emek verdim, çok çalıştım ama şimdi meyvelerini alıyorum. İşte benim sıram geldi. Alkış ediliyor benim için. Bu alkışlar bana, bana ediliyor. Bu ses yılların emeğinin sesi işte. Ne hoş bir ses bu böyle... Ödülü elime alınca ellerim iyice terlemeye başladı. Kalabalığın gözleri üstümdeydi, heyecanlanmamak elde değil. Mikrofonu dudaklarıma iyice yaklaştırdım. Sesim herkese gitmeli. Sadece bu salondakilere değil, tüm dünyaya ulaşmalıydı. Konuşmamı çok düşündüm. Söze nereden başlasam diye kafayı yiyecektim. Oysa bir yerden başlamalıydım. Önce selam verdim, sonra teşekkür sonra biraz kendimden bahsettim, en son içimdeki yaralara geldim. Evet. Şimdi en hassas noktadaydım. Bir yürek acısı anlatmak kolay mı? "Ne uzun yolculuktu o öyle. Durup dinlenmeye hiç vaktim olmadı. Yol kenarında bir duvar yoktu yaslanacağım, gölgesinde uzanacağım bir ağaç da yoktu. Yolum o kadar ıssızdı yani.  Yetişmek için hızlı hızlı yürümem gerekiyor yolu çünkü ö

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

 Avusturyalı yazar Stefan Zweig (1881-1942), Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu orijinal adıyla Brief einer Unbekannten adlı öyküsünü 1920’li yılların ilk yarısında kaleme almıştır. Kitap mektup türündedir. Bir yazarımız var ve ona bir mektup geliyor. Gelen mektup kimdendir bilinmez ancak bir kadın tarafından gönderilmiştir, kitap adı neden 'Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu" olduğu anlaşılıyor. Kitap başlangıç itibariyle sizi sarsmakta, etkilemektedir.  Şöyle düşünün size bir mektup geliyor fakat siz kimden olduğunu bilmiyorsunuz, ilk işiniz mektubu merakla açmak sonra okudukça kimden olduğunu ve neden yazıldığını anlıyorsunuz, anlarken beyninizden vurulmuşa dönüyorsunuz, acaba keşke öğrenmeseydim mi dersiniz yoksa iyi ki öğrendim mi? Okuduğunuzda hem siz hem de gönderen kişiyle ilgili geçmişten bugüne aranızda yaşanmış (ya da yaşanamadığı mı desem) olaylar var. Bu olaylar biri tarafından bilinen ve özel iken, diğeri tarafından gayet sıradan ve hatta unutulup gitmiş.  Mektup melanko

Deniz

 Melih Beylerin evinden çıkar çıkmaz attık kendimizi yollara. Ne adammış yahu! Tutturmuş para para. Her zaman verecek halimiz yok ya, para mı basıyoruz sanki. Sen git borçlan, sonra gel bizden al, borcunu öde. Hadi bir kere olur, iki kere olur, hatta üçüncüde de olur ama her zaman olmaz ki! Neyse neyse bulduk bir yol, çıktık ya ona bakalım. Şöyle deniz taraflarına gidelim de içimiz açılsın. Bugün gökte tek bulut yok, masmavi. Hava da epey sıcak. Bu havada can mı dayanır?  Baksana hele, şu yanımızdan geçen Muhiddin'in arabası değil mi? Onun da böyle koyu mavi arabası yok muydu? Hay Allah ben mi yanlış gördüm ne! Neyse neyse gidelim hadi, vallahi öleceğim sinirden, sıcaktan. Git git bitmiyor, ne yolmuş arkadaş! Ne ara mesafeler bu kadar uzak oldu. Az mı kaldı? Neresi az kaldı arkadaş, daha nice yol var. İnsanı bu yollar tüketiyor. Bak bak deniz orda, geldik nihayet. Kurban olduğum Allah ne güzel yaratmış! Masmavi mübarek, gözümüz bayram etti. Gökte de tek bulut yok, masmavi, denizle